Basit bir örnek ile başlayalım. Elinizde tek katlı müstakil bir eve yetecek kadar tuğla ve harç var. Amacınız ise ihtiyacınız olan evi oluşturmak. İlk tuğlayı koyduğunuzu ve bunun hevesi ile peş peşe devam ettiğinizi düşünelim. Peki ya sonra? Ortaya nasıl bir şekil çıkacak? Evinizde kaç farklı yaşam alanı olacak? Banyonuz, mutfağınız nasıl konum alacak? Veya en güzel manzaraya yanlışlıkla tuvalet penceresi, en güneş alan kısma depolama alanınız mı denk gelecek? Şimdi sakince bir kalem kağıt alıp bir şeyler karaladığımızı düşünelim. Evet, önce yönleri belirtiyor, sonra rüzgarın yönünü işaret eden küçük bir ok çiziyor, en güzel manzarayı işaretliyor, eve giriş yolunun da okunu belirtiyoruz. Birkaç dakikada kendimize birçok problem oluşturduk bile. Zaten bizi asıl mutlu eden kısım da bol problemli bu sorunu çözmek aslında. Unutmayın ki evinde en çok problemi olan kişi, evini en iyi analiz etmiş ve en iyi tanıyan kişidir. Bu kişi belki bir mimardır, belki de yeni bir başlangıç için kolları sıvayan bir meraklı. Bu durumda emin olduğumuz bir şey vardır ki iç mekan olmadan, dış formun şekillenemeyeceği.
Mimarlık yerine göre makro veya mikro bir ölçeğe hizmet edebilir. Bir kent düzenlemesi için yola çıkan tasarımcının öncelikli soruları farklıdır. Düşüneceği pek çok konu vardır. Tarihi yapılar, parklar, ormanlar, yollar… Bu durumda binanın formunu belirleyen şey yine pek çok etmene göre parsellenmiş araziler olabilir. Aslına bakıldığında mimari amaç her zaman büyük ve küçük ölçekteki sorunlara göre şekil alarak ortaya en verimli formu çıkarmaktır. Bütün bu etmenleri düşünürken tekrar tuğlalara, harca ve örmekten pes ettiğimiz duvara baktığımızda sorunun belki de bir yin-yang olan, bu iki alanı birbirinden ayırmaktan ortaya çıktığına ikna olabiliriz.
Bugün bir mimar insanlara mesleğini söylediğinde, sorulan ilk sorunun “iç mi? dış mı?” yada “Normal mimar mısınız?” Olması aslında toplumun büyük bir kesiminde bilinç altında yer alan yanlış bir algıdır. İki mesleği biribirinden koparmak bugün pek çok insanın bu iki bağlamı somut ve soyut bağlamda bütünleyememesine sebep veriyor belki de. Bugün bu kopukluk pek çok farkındalığa rağmen daha da artmakta. Örneğin, çoğu insan yapılan müstakil evler veya apartman katları için, “Çizen düşünememiş, bu odaya eşyalar nasıl sığar?” diyerek yakınıyor. Ne yazık ki imar kurallarının mimarları kısıtlayan, ancak hiçbir kentsel düzene dahil edemeyen hususları hem bağlamından kopuk hem de iç mekan anlayışının fonksiyondan çok uzaklaştığı yapıları ortaya çıkarıyor. Minimum metrekarelere ve ihtiyaç listesine bağlı kalınıyor. Bir yaşam alanının yapı taşı olan kullanım ve estetik ilkelerini hiçe sayıp tasarımı sadece bir barınma çözümü olarak yüzeyselleştiriyor. Daha da kötüsü artık ne kafamızı kaldırıp sokaklara baktığımızda birbiri ve sokağı ile uyumlu binalar görebiliyoruz ne de kullanışlı iç mekanlar.
Gelelim bu yazıdaki asıl odağımız olan fonksiyonel iç mekan tasarım problemlerine. Bazı ihtiyaçlar vardır ki asla değişmez. Nasıl bir evden beklentilerimizde uyumak, yemek pişirmek veya banyo yapabilmek varsa ve bunların olmadığı bir ortama ev diyemiyorsak bunun gibi başka önemli etmenler de hem ev sahibinin hem de mimarın aklında bulunmalı. Örneğin depolama kültürü. Eski Türk apartmanlarının pek çoğunda ‘kiler’ olarak adlandırdığımız bu alan varken şimdilerde unutuldu bile. Kaldı ki tasarımcıların bu alanı oluşturmama sebebi sadece metrekare sıkıntısı değil, belki de gerçekten gerek duymamaları. Bugün pek çok büyük metrekareli planı incelediğimizde veya geniş evleri gezdiğimizde artık gerçekten bir depo alanına rastlayamaz olduk. Şimdilerde 45 metrekare bir salonu olan ev, size bir buçuk metre uzunluğunda bir portmantodan başka bir depolama imkanı sunmayabiliyor. Peki bu araç-gereçler nerede duracak? Çamaşır makinesi, ütü masası, ütü, çamaşır teli, çamaşır sepeti, süpürge makinesi, temizlik kovası, seyahat valizleri ve daha nicesi. Saydığım şeylerden bir tanesine bile gerek duyulmayan ev yok denecek kadar azdır. Bu hayat kurtaran parçaları görünmez şekilde bir yerlere yerleştirmek, söz gelimi vestiyere sıkıştırmak, kapı arkalarında gizlemeye çalışmak veya giysi dolaplarımızın bir kısmını feda etmek zorunda mıyız? Bugün tek kişinin yaşayacağı bir odalı bir evden tutun 3 çocuklu bir ailenin yaşamak isteyeceği 4 odalı bir eve kadar tüm yaşam alanlarında var olan bu eşyaların da, en az mutfak, banyo kadar bir saygınlığı ve tanımlı bir mekanı olmalı. Tasarımcılar olarak depolama alanı gibi pek çok yaşamsal faaliyetlerimizi kolaylaştıran alışkanlıkları tekrar yaratabilmek ve zihinlere yerleştirmek zorundayız. Hatta oda sayısı farketmeksizin tüm evlerde olması şartı imar kurallarında yer almalı. Tasarlanıp, akıl almaz fiyatlara mal edilen bu evleri, tüm emeğini biriktirerek satın alan ev sahiplerini bu derde düşürmek ise bizlerin ve sistemin ayıbı kabul edilmeli.
Ev denilen oluşum aslında kişinin bir günüdür. Ama öyle bir gündür ki istisnalarla dolu. Farklı yaşam tarzlarına, farklı kapasitelere ve farklı bakış açılara aynanda hitap edebilecek kadar genel ama kişileri bir atmosferin içine sürükleyecek, hayatlarını kolaylaştıracak ve onların vazgeçilmezi olabilecek kadar biricik. Dolayısıyla ev planı aslında kişinin bir gününde yaptığı faaliyeletin ve hislerinin çizgilere dökülmüş halidir denebilir. Amaç herkesin evinde huzur bulabilmesidir. Duvar renkleri, zemin seçimleri, mobilya tarzları çok başka olsa bile evi ev yapan kişinin ihtiyaçlarına cevap verebilmesidir yani fonksiyonelliğidir. Elbette depo alanı örneğindeki gibi düşünülmemiş pek çok husus daha var ve uzun uzun bahsedilebilinir. Burada yapabillecek en güzel şey olanı revize ederek kullanımı rahatlatmak, veya hiç başlanmamış bir proje ise biraz daha düşünmektir.
Mimarlar, iç mimarlar, tasarımcılar ve kullanıcı olarak her birimiz bu konuda sorumlu olduğumuzu unutmamalıyız. Okurken “bizim bununla ne ilgimiz olur?” diyen kullanıcılar içinse şöyle bir cevap verebilirim. Zaman içinde, evlerinde 3 balkon olan pek çok ev sahibi zamanla tüm balkonlarını PVC pencereler ile kapatarak odaların temiz hava ve doğrudan ışık ile işkisini kesmiş veya mutfaklarındaki balkonları mekana dahil ederek oturma alanına çevirmiştir. Bunun sebebi belki yukarıda bahsettiğim gibi korunaklı bir depolama alanı elde etmek veya koridor genişliğindeki mutfaklarını genişletme arzusudur. Dahası eskiden pek çok evin girişinde yer alan alaturka tuvaletleri, kullanıcılar zaman içinde alafrangaya çevirerek kullanımını değiştirmiştir. Bu durumlar zaman içinde tasarımcılar ve müteahhitler tarafından fark edilmiş ve yeni yapılan binalarda kullanıcılar balkonsuz ve tuvalet sayısı azalmış evler ile karşı karşıya bırakılmıştır. Aslında bu Türkiye’deki kullanıcı-tasarımcı ilişkisinin sözsüz gerçekleşmiş gerçek bir örneğidir. Dolayısıyla alıcıya düşen, müşteri olduğunu unutmadan ihtiyaçları için gayret göstermek ve beklentilerini iletmektir. Mimarlar ise rant ve tasarım arasında doğru bir ilişki kurmalı ve en önemli alanlarımız olan evleri bu hataya kurban etmemelidir. Mimarlık ve iç mimarlık arasındaki bu kopukluğun giderilmesi her iki tarafında gerçek bir etkileşimde çalışarak mekanı gerçek bir yaşam alanına çevirme gayretinde bulunması gerekmektedir. Unutmayın ünlü mimar Sullivan’ın dediği gibi “Form, fonksiyonu takip eder”.
İlk yorum yapan siz olun