İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Gözde Berber Özbalaban: “Kendimize dönüp bakmayı keşfetmemiz lazım”

Gözde Berber Özbalaban ile Atlet Zihninde Yaşamak Kitabı Üzerine
  • Merhabalar, bugün Gözde Berber Özbalaban’la birlikteyiz. Gözde’nin ilk kitabı olan Atlet Zihninde Yaşamak ile ilgili sohbet ediyor olacağız. Hoş geldin!

“Hoş bulduk, Menekşe.”

  • Kitabın ismi bile bir insanı dinamik yapan, motivasyonunu arttıran bir kitap. Ben kitapla ilgili çalışırken de hep öyle hissettim. Böyle beni, enerjimi yükselten bir tarzı var. Bütün sohbetlere şöyle başlıyoruz. Kitap yazmayı düşünenler ya da belli bir aşamada olanlar, biz genellikle iş kitabı yaptığımız için yazarlar iş yoğunluğu içerisinde olan insanlar oluyorlar. Soruyorlar bize: “Nasıl bir tempo izliyor acaba yazarlarımız? Kapanıp iki üç hafta oturup mu bitiriyorlar kitabı yoksa böyle iki üç  seneye yayılmış şekilde, her sabah on sayfa yazarak falan öyle bir rutin mi belirliyorlar?” Sen nasıl yaptın, nasıl bir çalışma düzenin vardı?

“Evet, herhalde herkesin kendince yolu mutlaka farklıdır. Yani kitapların türleri de farklı olduğu için mesela roman yazmak nasıldır hani bilmiyorum, benim alanım değil. Nasıl yazarlar acaba? Ama benim kendi dünyamda şöyle oldu, bir disiplin belirlemek ve o disipline uyuyor olma hâli çok kıymetliydi. Çünkü sen de demin söyledin ya, yani hakikaten hayatlarımız çok hızlı akıyor. Benim bir yandan da ufak bir oğlum var, bütün o işte çalışan anne olma dengesinin içerisinde kitabı yazmak için odaklanmaya ve bir disiplin kurmaya ihtiyacım çok vardı. Ben her gün iki sayfa yazacağım diye çıktım bu yola ve hakikaten de yazdım yani her gün o iki sayfayı çok yorgun olsam da. Belki bazen karalama oldu, bazen çok derinleşmedi. Daha yüzeyden şeyler çıktı ama gerçekten o iki sayfayı her gün yazdım.

Yaz dönemiydi Menekşe, seninle de konuşuyorduk hatırlıyorum. Hani ne zaman bir tane basılır, ne olur diye yaz döneminde sadece bir hafta kapandım ve tamamen bütünsel kurguya baktığım bir dönemim oldu. Ama onun dışında kitabın bütün yolculuğu her gün o iki sayfayı yazarak tamamlandı. O disiplin bana iyi geldi ama başkası başka türlü bir düzen kurar. Sonuçta yazmak hakikaten herkesin çok kendinden doğru bir mesele, ama o disiplin kısmı bana iyi geldi hakikaten yaparken.”

  • Gerçekten çok az sayıdaki böyle tertemiz gelen dosyalardan birisiydi. Yani her şeyi bitmiş, biz sadece böyle keyifli okuyup ufak tefek gözümüze çarpan bir şeyler olursa onları söylemiş olduk. Gerçekten hani incecik işlenmiş, böyle oya gibi işlenmiş bir kitaptı. O çok hissediliyordu. Eline sağlık diyeyim tekrar.

“Teşekkür Ederim.”

  • Kitapla ilgili tabii önce şeyi sormak lazım. Aslında atlet zihni ne demektir? Bununla neyi ifade ediyoruz? Biraz açabilir misin?

“Tabii   komik de bir anımı da anlatayım, kitapta da yazmıştım. Bir gün ben böyle bir eğitime gittim ve konu da gerçekten bu fit liderlik, atlet zihninde yaşamak. Katılımcılar sanmış ki bu spor üzerine beslenme ve diyet konuşacağımız bir program olacak. Adı bir spor kitabı gibi görünse de daha çok kendine bakmaya dair meseleleri içeren bir kitap. Çünkü biz atlet zihni dediğimizde aslında sadece işte bir spor, atletizm ya da olimpik insan diye tanımladığımız bir insanı anlamıyoruz. Gerçekten günlük hayatlarımızı anlıyoruz.

Şimdi Türkiye gibi bir ülkede, bu coğrafyada, bu topraklarda nefes alan, iş yaşamının o zorlu koşturmalarının içinde yaşayan, bir yandan ebeveynlik yapan bir yandan ilişkiler yöneten, yani hayatın bütün zorluklarına temas eden insanlar olarak aslında hepimiz maraton koşucusuyuz bir yandan da. Yani kitabın bütün felsefesi buna dayanıyor. Bunu çok duyuyorum: ‘Ya Gözde Hanım işte maraton koşmuş gibi hissediyorum. Yani beni o kadar koştursalar ancak bu kadar yorulabilirim.’ Şimdi hal böyleyken biz kendi hayatlarımıza bir atletin gözünden nasıl bakabiliriz? Aslında bunu işleyen bir felsefesi var. Ben yaklaşık altı yıldır dayanıklılık sporlarıyla ilgileniyorum.

Hayatımda hiç yoktu spor, çok sonradan olma. Yani çocukluğuna hiç spora temas etmemiş, çok sonradan başlamış birisiyim. ‘Ironman’ dediğimiz yüzme, bisiklet ve koşunun üst üste yapıldığı ve çok uzun mesafeli, uzun süreli dayanıklılık sporlarıyla ilgileniyorum ve onların içinde yarışıyorum. Oradan öğrendiğim şey bizim bir yarışı bitirebilmemiz için gereken mentalitenin, iyilik halinin, insanın kendi duygusuyla, zihniyle ve bedeniyle çalışmasının günlük hayatta çok büyük karşılığı olduğu. Ben bugün çocuk büyütürken de pandemi gibi bir şeyi atlatırken de kolektif acılarımıza temas ederken de ya da iş yönetirken de o zihinden buraya çok fazla şey çıkartabileceğimize inanıyorum. Dolayısıyla kitabın özü oralara dokunuyor aslında.”

  • Şimdi sen anlatırken şeyi düşündüm. Cem Boyner, bir konferansında anlatırken, “Suyun kaynama noktası yüz ama doksan dokuzda kalıyor çoğu insan.” demişti. Yani çabalıyorsun, çabalıyorsun, bir yerlere geliyorsun. Belki bunu koşturmaca da ya da spor özelinde söylersek mesela bir maratonu tamamlarken son kilometreye kadar gelirsin ama orada bırakırsan yani bitiremedi oluyorsun. Sonuçta birinci kilometrede bırakanlarla işte kırkıncı kilometrede bırakan aynı gibi oluyor aslında bakarsan. O konuda ne düşünüyorsun? O son anda bir hata yapmak galiba değil mi? Çok kritik.

“Evet kesinlikle. Yani bizim hayatlarımızın içerisinde çok kendimize has ve biricik yolculuklarınız var. Hepimizin ayrı hikayeleri var. Hepimizin ayrı meseleleri var ve bütün bu meselelere temas ederken ben yani kendi yarışını nasıl koşacağım? Bu herkesin kendi yaşam tasarımı aslında. Şimdi bir 42 km koşusunun içerisindeki her kilometre birbirinden farklı. Başlangıç duygusu farklı, bitirme duygusu farklı, arada yaşananlar farklı kendi hayatını tasarlarken kendi yarışını tasarlarken. Bunu bir de böyle bir rekabet zihninden de söylemiyorum. Yani başkasıyla olan bir rekabet ya da mücadele değil, insanın kendi varoluşsal mücadelesi. O yarışta kim olmayı seçeceğim? İşte biz hep şey diye anlatırız, mesela otuzdan sonrası çok zordur.

Yani otuzdan sonra insanın ‘duvara çarpma’ diye teknik olarak tabir edilen, artık bedensel olarak da tükendiği, duygusal ve zihinsel olarak da tükendiği anlardır. Bu zorluklar başıma geldiğinde ki geliyor. Yani hayat zaten böyle, hani sadece tatlı bir deneyim değil. O zorluklar geldiğinde bırakmak da olabilir, devam etmek de olabilir ama neye dönüşeceğini böyle bilinçli bir zihinle okuma haline çok ihtiyaç var galiba. Kitabı yazarken de böyle bilen bir yerden gerçekten yazmadım. Yani onu her zaman söylüyorum, hani bu tür doğrusunu ben biliyorum gibi değil, daha çok meraktı. Çünkü merakım ‘Kendi yaşamımı tasarlarken, kendi yarışını tasarlarken buraya nasıl daha farkında, nasıl daha bilinçli bakabilirim?’ sorusunun peşine düşüyor.

Şimdi bizim bir yarışı bitirebilmek için aslında dört tane alanda fit olmaya ihtiyacımız var. Bunu mesela olimpiyat sporcularıyla yapılan çok net araştırmalar var. Ne yapıyorlar? Mesela işte Manş’ı geçmek yani on altı saat yüzmek. Ne yapıyor da bir atlet on altı saatte Manş’ı geçebiliyor? Ve dört boyuttan bahsediyorlar. Birincisi beden boyutu tabii ki. Yani fiziksel olarak bir iyi olma ve antrenmanlı olma hali. Ama bir maratonu bitirmeye ya da Manş’ı geçmeye yetmez. Kendi duygularınla çalışabilmek, zihnindeki olana bitene bakabilmek, bunun anlamını bilmek, o ‘tinsel fitlik’ dediğimiz yani bu ‘Manş’ı geçmenin benim için manası ne?’ sorusuna cevap verebilmek gerekiyor. Hani bugün iş dünyasını çok sıklıkla konuşuluyor anlam kaybı yaşıyor insanlar diye. Bu dört boyuttan bakabilmek aslında varoluşçuluğun da çok önemli bir felsefesidir. Oralarda iyi olma hali. Çünkü oralarda iyi olmadığımızda işte iş hayatı da iyi gitmiyor, yaşam da iyi gitmiyor, ebeveynlik de iyi gitmiyor. Koşarken kendimize bakım verme, kendimizi bilinçli yönetme hikayesi aslında bu senin de dediğin gibi.”

  • Mesela kitabında bahsettiğin, “Beden ulaktır.” benim sevdiğim bir söz. Bir taraftan hani bedende her şey tinsel olandan başlıyor galiba, değil mi? Bedenimizin sağlığını ya da duruşunu da engelliyor bizim diğer alanlardaki başarımız, hatta tatminimizi de etkiliyor. Peki o tinsel anlamı bulurken çıkış noktası nasıl, biraz böyle ipucu verebilir miyiz dinleyenlere?

“Tabii, o kadar önemli ki. Yani sen de hatırlattın ne güzel oldu. Hani beden ulaktır. Şimdi biz kendi dünyamızdan çok uzakta bir gerçekliğin içerisinde yaşıyoruz. Yani ilk evrimleştiğimiz zamana bakalım. Biz zaten koşuyormuşuz, yüzüyormuşuz, balık tutuyormuşuz yani hareket halindeymiş insan canlısı. Doğada bulduğunu yiyormuş. İşte mesela kim icat etti saat 12.00’da yemek yenecek diye? Bütün kurumsal şirketlerde saatler bellidir. Şu saatte kahvaltı yaparız, şampiyonların kahvaltısı gibi reklamlar vardı eskiden. Doğadan uzak şeyler bunlar. Şimdi doğadan o kadar uzaklaştık ki saatlerimiz var. Kendimizce uydurduğumuz birtakım disiplinler var. Saatlerce ekran başında oturmak insan doğasına çok aykırı.

Şimdi bunu duymayınca da hastalanmaya başlıyoruz ve bu rahatsızlıklarımızın çok büyük bir kısmı psikosomatik. Yani neredeyse %75’lik bir kısmı psikolojik hikayelere dayanıyor. Şimdi insan boşu boşuna zona olmuyor Menekşe yani. Bunu artık biliyoruz. Ya da insan boşu boşuna migren, mide hastalıkları, alerjiler, tiroidler geçirmiyor, bunların tinsel boyutta bize bir çağrısı var. Bir davet, yani zona olmak bir davet aslında. Diyor ki ‘Sen beni duymuyorsun. Ben sana artık kendimi duyurmak için bedenini hasta ediyorum.’ Bunu duymaya başlayabilirsek bedenin ihtiyaçlarını okumak, sesini duymak oradan başlıyor. Yani o kadar unuttuk ki bunu ve pandemi dönemi de buna kötü geldi maalesef. Bunu duymaya başladığımızda ancak iyileşebiliyoruz. Çok temel bir inancım var. Bedensel olarak iyi hissetmediğimde diğer boyutlar çok sarsılıyor. Yani oranın dilini duymayı öğrenmek çok önemli.”

  • Ama bir yandan da diğer boyutlar bozuksa beden de bozuluyor değil mi? Böyle karşılıklı bir şey.

“Aynen, döngüler halinde aslında. Çünkü varoluşun bütün boyutları, yani anne karnına düştüğümüz ilk andan itibaren önce her şey fiziksel. Yaklaşık böyle kırkıncı günde diye anlatırlar ilk duyguların oluştuğu dönemi. Zihin sonra gelen kurgu boyutu. Zihnimde olan her şey kurgu ve bu sonraki boyut. Bir de tin boyutu, mana boyutu var. O da zaman içerisinde geliştirebileceğimiz, kendi bilincimizi açabildiğimiz bir boyut. Bu boyutlar birbirine o kadar entegre halde çalışıyor ki beden boyutunu duymadığında diğerleri bozuluyor. Duygu dünyanda bir şeylerin sesini duymadığında bu bedene sirayet ediyor. Dolayısıyla atlet zihninin söylediği şey o, yani bir yarışı bitirebilmek için dördünün de birbiriyle çok dengede, mükemmel değil ama dengede bir yolda çalışıyor olması çok kıymetli. O yüzden bunu hatırlamak lazım gerçekten.”

  • O mükemmellik meselesi de herhalde başa bela bir şey değil mi? Hani en iyisi olmalı, tam olmalı, her şey tam istediğimiz gibi ya da beklendiği gibi olmalı şeklinde kendimizi zorladıkça yoruluyoruz ama hayat öyle değil.

“Maalesef.”

  • Hele Türkiye’de hiç öyle değil. Yani her yerden sürprizler çıkıyor, bir şeyler oluyor falan. O yüzden zorladıkça belki bir daha strese sokuyoruz kendimizi, değil mi?

“Çok doğru. Hepimizin iç sesleri var ve o böyle çocukluğumuzdan kalan da bir şey. Mesela ben çok mükemmeliyetçi bir babayla büyüdüm, hata yapmaya yer yoktu. Yani ‘Yeterince iyiyim.’ diyerek çalışmak benim böyle otuzlarımdan sonraya denk geldi. Evet, o mükemmellik stresi ve kaygısı hakikaten çok çok zorlayıcı. Dolayısıyla kendimiz için de önemli bir çalışma alanı orası gerçek.”

  • Peki iç iklimi nasıl ifade edebiliriz? Yine kitapta geçen bir ifade bu. İşte duruş, denge ve dayanıklılık olarak üç saç ayağına dayanıyor herhalde, biraz onu açabilir misin?

“Şimdi dışarıda iklimler var ve onlar bizi çok etkiliyor. İşte çok sıcak olduğunda bunalıyoruz. Soğuk olduğunda üstümüze bir şeyler alıyoruz ve bunlar önemli hepimizin yaşamlarında. Ama esas hikaye biraz iç iklimimde ne olduğundan geçiyor. Burada her zaman yaz olmak zorunda, içimde her zaman şahane hissetmek zorundayım gibi toksik bir pozitivizmden bahsetmiyorum. Ama orayla çalışma sorumluluğumuz olduğuna çok inanıyorum. Yani kendi iç iklimimin klimasını ve dengesini nasıl tutacağım? E onun için de aslında anlattığımız böyle üç tane, kitapta da uzun uzun bahsettiğim alan var. Bir tanesi duruş konusu ve bunun üstüne bir bilinç koymak. ‘Ben nasıl varlık gösteriyorum ve bu duruş iç iklimimden ne kadar etkileniyor?’ diye sormalıyız.

En basit bir örnek düşünelim. Açım, susuzum, baskı altındayım diyelim, kendimi iç dünyamda iyi hissetmiyorum ve bunun dışarıya bir yansıması var çok doğal olarak. Enerji içte kalabilen bir şey değil. O yüzden kendi duruşumu dengeleyebilmek adına ‘Kendimde nerelere çalışmam lazım?’ sorusunun bir çıkarımı bu. İkincisi denge konusu. Onu burada zamanımız varsa kısacık anlatayım. Ben çok etkilendim. Aristo’nun ‘golden mean’ yani ‘altın orta’ diye tarif ettiği bir yaklaşım var. Şimdi diyor ki, bir erdemi erdem olarak deneyimleyebilmemiz için dengede, yani altın ortada yaşanması gerekir. Mesela çalışkanlık bir erdemdir diye anlatırız. Çok çalışkanlık artık erdem değil. Yani kendimi heba edercesine çalışıyorsam  bu artık onun en uç noktası ve erdem olmaktan çıkıyor. Çünkü kendime zarar veriyorum. Ya da hiç çalışkan değilim, tembelim diyelim. Yine erdem değil. Erdem, dengemi bulabilme halidir. ‘Evet, bazen çok çalışabilirim, bazen tembellik edebilirim. Ama günün sonunda bir dengeye geliyor muyum erdem sayılan konularda?’ Bu soru üstüne biraz akıl fikir koyma meselesi.

Dayanıklılık da günümüzün çok önemli bir konusu. Yani o psikolojik sağlamlılığı sağlayabilmek de yine bedenden başlıyor. İnsanın kendini tanıyıp öyle çalışabilmesi ile devam ediyor.”

  • Bu durumda, bu dönemde çok konuşulan bir şey son birkaç senedir dayanıklılık meselesi, değil mi?

“Çok önemli. Yani yöneticilerle çalışıyorum şirketlerde. Her şeyden önce o psikolojik sağlamlığı, dayanıklılığı tekrar konuşmamıza çok ihtiyaç var. Yani bu mesela bazen ‘hacıyatmaz’ gibi tarif edilir. Bilmiyorum, sen ne düşünüyorsun? Evet hacıyatmaz gibi ama hiç de yara almamak değil. Yani yara almak ama aldığın yarayı manalı bir şeyle bir anlamla büyütüp ilerlemek doğrusu.”

  • Peki şey konusunda ne düşünüyorsun? Şimdi aslında hani eğitmen, danışman ve koçluk yapan tarafına da biraz sormuş olayım bu soruyu. Bir yönetici acaba doğallığıyla düştüğü, moralinin bozuk olduğu ya da sevindiği anları ekibiyle paylaşmalı mı yoksa hani o halleri çok belli etmemeli mi? O konuda ne düşünüyorsun?

“Evet, o kadar önemli bir soru sordun ki ve iyi ki de sordun, bahsetmekten çok da keyif aldığım bir şey bu. Çünkü temel inancım otantizm, yani otantiklik diye tarif ediyoruz biz bunu. Yani kendini varoluşunun her yönüyle ortaya koyabilme becerisi. O otantizmi getirebilen liderlikten bugün artık sadece yeni nesil değil, herkes çok etkileniyor. Ya mesela eski ebeveynlere baktığımızda işte babalar sevgisini söylemez, korktuğunu söylemez, bir güç unsurudur. O çok değişti Menekşe. Yani ‘Ben korktum.’ diyebilen liderlere, hata yaptım, çok mutlu oldum, çok sevindim, çok üzüldüm, çok aydınlandım diyebilen liderlere çok ihtiyacımız var. Bunu diyebilmek de işte o duygusal okur yazarlıktan geçiyor. Onun için de liderin kendi iç iklimine bakması, kendi duygularının adını koyabilmesi çok önemli ve çok kıymetli yani.”

Atlet Zihninde Yaşamak
  • Evet, yani hani artık karizma çizilir mi diyeceğim ya da böyle “Korktum dersem yanlış olur veya özür dilersem hoş olmaz, beni ciddiye almazlar o saatten sonra. Çok sevindiğimi gösterirsem şimdi doğru olmayabilir.” diye hep böyle bir baskı var. Tüm yöneticiler belki bunu hissediyordur ama dediğim gibi bir kısım bunu daha doğallığıyla yansıtıyor ve ekiple de aslında ilişkinin daha sıcak ve doğru olmasını sağlıyor, değil mi? Ama nasıl eski anne babalar daha gelenekseldir, başka bir bakışları vardır. Eski yöneticilerde de öyleydi. Daha eski yöneticilerimizde filan öyle şeyler hoş karşılanmazdı. Bben de hani nasıl denir, iyisiyle kötüsüyle paylaşmayı severim. Demek ki doğru yapıyormuşuz. Tamam, süper.

“Ben seni tanıdığım kadarıyla çok sahicisin yani. O sahiciliği kendi içinde bulunduğumuz ev olabilir, iş yeri olabilir, oraya götürebilmek artık çok kıymetli ve yeni nesil liderlik de oraya değişecek, oraya dönüşecek. Dönüştü bile hatta. Bugün mesela Dünya Ekonomik Forumu’nun Yeni Nesil Beceriler Listesi’ne baktığımızda doğru iletişimi görüyoruz. Yani sosyal etkiyi uyandıran, bilen, duygusal olarak zeki, kırılgan, vurulabilir bir liderlik tanımını konuşuyoruz artık. Umarım oraya doğru da gidecek çünkü sahici olan o.”

  • Evet, bir de gerçekten dediğin gibi o hissediliyor. Yani gerçek olmayan bir şeyi yansıtmaya çalıştığınızda onu alıyor karşı taraf, o yüzden hiç gerek yok öyle bir şeye bence de. Peki şimdi bir de son olarak şeyi sorayım istersen bu fit liderlik dediğimiz, aslında bütün bu konuştuklarımızı da içine alan; daha hızlı, daha yükseğe ve daha güçlü diye bir sloganı olan liderlik tanımı. Bunu biraz açabilir misin son olarak belki bir toparlama gibi? Kitabın da sonunda bahsediyorsun bu ifadeden.

“Şimdi atletizm felsefesi Yunan topraklarından çıkıyor aslında ilk önce ve ‘Kalos Gatos’ diye tarif ediyorlar, yani olimpik insan. Onun bir sloganı var: Daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü. Şimdi böyle kulağa ilk geldiğinde  mükemmellik çabası, güç, ilerleme gibi geliyor ama o ‘daha hızlı, daha yükseğe, daha güçlü’ sloganının benim dünyamda bir karşılığı var. Daha hızlı dediğimiz yavaşlamaya da izin veren ama yeri geldiğinde hızlanmayı da bilen bir liderlik tanımı. Daha yüksek ise en yüksek, en tepe, başarı, kibir falan değil. Yani benim potansiyelimi gerçekleştirebileceğim yer neresiyse orası. Çünkü hayat kamp kurup, kendimizi geliştirmeyip, böyle konfor alanımızda çürüdüğümüz bir yer olmamalı. Kendi konfor alanımı zorladığımda, yeni yerleri de konforlu hale getirdiğimde daha yükseğe, daha yüksek bir bilince, yani orada bir makam mevki değil de daha yüksek bir bilince erişmek gerekiyor. Daha güçlü dediğimiz ise demin sen çok güzel söyledin, hani o eskinin güç tanımı, yani hiç şaşmaz, her şeyi bilen bir güç değil. Kendi içinde psikolojik olarak güçlü, daha sağlam, daha farkında bir güç.

Mesela esneyebilme bugün gerçekten lügatlarımıza girmesi gereken bir kavram. Yani ne kadar esneyebiliyorum? Yaşamda, doğrularımda, değerlerimizde, farklılıklara temas etmede ne kadar esneyebiliyorum? Mesela sporda da böyledir. Benim koşu hocam söylemişti: ‘Esnemediğin yerden kırılırsın.’ Bu durum sporda gerçekten böyle, esnemediğinde sakatlanıyorsun. Ama hayatta da esnemediğimiz yerlerden kırılıyoruz, o daha da güçlü oluyor. O yüzden atletizmin o felsefesini hayatımıza sokabildiğimizde, ister spor yapalım ister yapmayalım, kendinizde çalışabileceğiniz gerçekten çok fazla alan var.”

  • Şimdi bu mesela bana odaklanma meselesiyle de bağlantılı geliyor. Mesela hani “hızlanmak için yavaşla” gibi ifadeler var. Hani esas odaklanman gereken yeri bulup oradan vurabilmek için, pozitif anlamda söylüyorum. Biraz yavaşlayıp gözlem de yapman lazım değil mi? Bu odaklanmayla da bağlantılı bence. Sen ne düşünüyorsun?

“Çok doğru. Şimdi sen böyle söyleyince zihnimde bir kapı açılıyor. Biz böyle on iki tane birer metrelik kuyudan su çıkarmaya çalışıyoruz. Ama esas suyun çıktığı yer, bir tane on iki metrelik kuyudur. Şimdi hayatta böyle onu da becereceğim, buraya da koşacağım, onu da yapacağım gibi zaten bizi hızın içine çeken bir dünyanın içerisinde o kadar kıymetli ki söylediğin. Yavaşlayabildiğinde, durup kendine bakabildiğinde, çevrende olanı biteni anlayabildiğinde daha hızlı, daha yükseğe zaten gidebilirsin. O izni kendimize vermeye çok çok ihtiyacımız var ve bunun herkes için yöntemi farklı. Bana mesela şeyi soruyorlar ‘Çok manalı geldi Gözde, koşmaya mı başlayalım?’ Yani diyorum ki bu koşmak olmak zorunda değil. Yani bir spor bile olmak zorunda değil.”

  • Bunu öğrendiğim iyi oldu. Benim gibi aşırı üşengeçler için bu fitlik sporsuz da oluyor değil mi? Sıkıntı yok.

“Evet, mesela şey de önemlidir yani bedenimi hareket ettiriyorum, yürüyüş yapıyorum. Günde on dakika ip atlıyorum çünkü bedenime bakıyorum, bedenimi dinliyorum. Buradan başlıyor zaten. Bu hepimizin sporcu olma yolunda ilerlemesi değil tabii ama kendimize dönüp bakmanın bir yöntemini keşfetmemiz çok önemli. Ya bir de belki burası yeri midir bilmiyorum ama çok inandığım bir şey var. Bir hobi, yani işin dışında bir meselesi, bir tutkusu olan insanların ben çok daha atlet zihnine yakın yaşadıklarına inanıyorum. Yani istersen kaktüs yetiştir ama ev-iş, ev-iş şeklinde gitmeye başladığında bu biraz sıkıştırıcı bir deneyim oluyor hepimiz için.”

  • Bir de aslında o diğer yaptığınız şeyden de böyle bir sürü şey öğreniyorsunuz, böyle fikir alıyorsunuz, benchmark gibi. Mesela kaktüs güneşe doğru dönüyorsa o zaman ben de şunu şöyle yapabilirim gibi, çok ilgisiz bir şeyden ilham alabiliyorsunuz bir taraftan da. Üzücü tabii, bu hızlı dünyada öyle bir hale geldik ki yaptığımız iş dışındaki her şeyde bir vakit kaybediyoruz hissi var. “Bugün iki saat başka şeyle uğraştım, tüh! O iki saat gitti.” filan gibi. Yani halbuki o başka işler de bize bir şeyler öğretiyor bir taraftan.

“Çok doğru, çok doğru. Yeni dönemin insanını bir ‘X insan’ diye tarif ederler. Tam da bu senin söylediğin gibi yani derinliği olan bir şey. Mesela satışçıyım ama balık tutan satışçıyım ya da işte kaktüs bakan bankacıyım. Şimdi bu ikisinin birbirine o kadar büyük bir etkisi var ki. İşte felsefe bilen hekimim, ya da kitap okuyan çocuk gelişimciyim. Bunlar birbirini gerçekten çok çok besliyor. Zihnimizin öğrenmesini ve o gelişim zihniyetinde yaşamamızı da destekleyen ve sağlayan kavramlar.”

  • Tabii bu interdisipliner bakış açısına da çok örtüşen bir şey, doğru. Peki şimdi genel olarak tekrar kitabı da gösterelim. Atlet Zihninde Yaşamak kitabı üzerine aslında pek çok kilit noktadan bahsetmiş olduk. Şimdi yazarımıza soralım, bundan sonra kitap projeleri var mı, fikirler var mı, ne düşünüyorsun?

“Ben bir arkadaşımdan esinlenerek bir kitabım var ya şimdi, yazar değil de yazanım ben. Ama yazar olmak istiyorum ve o sanki birkaç tane kitabım olunca olacakmış gibi geliyor bana. Hatta böyle iki tane hayalim var. Burada bahsetmek de taahhüt etmek gibi de oluyor. Bir çalışan anne olmakla ilgili bir şeyler yazasım çok var. Bir de böyle ‘yeni nesil sahne’ dediğimiz, çünkü çok gelen bir soru bu, daha etkili de demeyeceğim ama verim bırakan, hikayesi olan sunumlar yapabilmeye dair bir yeni nesil sahne üzerine bir şeyler yazmak istiyorum.”

  • Güzel bir konu.

“Online da olabilir, yüz yüze de olabilir. Fasilitasyon teknikleriyle ilgili olabilir. Türkiye’de kaynak çok az gerçekten. Böyle iki tane ayrı başucu hayalim var şimdilik duran yanımda.”

  • Harika, çok güzel. Heyecanla bekliyoruz o zaman haberleri diyelim. Çok teşekkür ediyorum, çok sağ ol bu tatlı sohbet için. Başka eklemek istediğin bir şey var mı bitirirken?

“İş birlikçiliğiniz, destekçiliğiniz, senin liderliğinde olmak üzere bütün takımın etkisi, katkısı benim yolculuğumda çok kıymetliydi. O yüzden her şey için çok teşekkür ederim. Bence bir yazar için, yazan için en önemli şey sırtını güvenle dayanabileceği bir yayınevinin olması. O yüzden çok teşekkür ederim, iyi ki varsınız.”

  • Çok teşekkür ederim. Ben de çok büyük mutluluk duyuyorum. Çok büyük onur duyuyorum böyle kaliteli, güzel işleri ve güzel insanlarla birlikte yaptığımız için.

“Ben teşekkür ederim, görüşmek üzere. Sevgiler.”

Kitabı satın almak için: https://www.humanistkitap.com/atlet-zihninde-yasamak-fit-liderlik-varolusun-4-boyutunda-esneklik-denge-ve-doyum

İlk yorum yapan siz olun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Mission News Theme by Compete Themes.